Cumhurun mahsun olduğu yıllar, ibadet hürriyetinin elinden alındığı hüzün yılları… Kutsal topraklara ziyaretin yasak olduğu, Kâbe özleminin gönüllerde özlem gözlerde yaş olduğu yıllar… Mübarek bir sefer olsa da gitsem diyen müminlerin seher vakitlerinde seccadelerinde göz yaşı döktüğü yıllar…
Camileri kapatılmış, ezanları susturulmuş, ellerindeki kutsal kitapları alınmış, başlarındaki sarıktan dolayı babaları dedeleri yağlı urganlara çekilmiş nesil…
Yıllarca Hadimül Haremyn olmuş bu yüce milletin evlatları ümidini hiç yitirmemiş, bir gün mutlaka bu kapı açılacak, kutsal topraklara sefer olacak, yol bulacaktı.
Günler günleri kovaladı, zulüm günlerinde bir perde aralandı. Tek parti dönemi kapandı, ufukta bir inanç hürriyeti belirdi. Ezanlar tekrar okundu, Kuranlar tekrar gömüldüğü yerlerden çıkarıldı, Müslümanlar camileri kaldıkları yerden aşkla doldurmaya başladı. İbadet aşkı halkta bir coşku oluşturdu. İslam’ın beş şartının dördünü yerine getiren Müslümanlar için beşinci şart olan Hac ibadeti için yol açılmıştı.
Hac yasağı kalkmış, yol bulanlar güç yetirebilenler için mübarek sefer hazırlıkları başlamıştı. Mekke Medine özlemi; Beytullah, Mescidi Nebevi hasreti artık son bulacaktı. Kâbe özlemi ile yanıp kavrulan gönüllere kapı aralanmış, Allah’ın beytine varıp yüz sürme vakti gelmişti. Kâinatın efendisin metfun olduğu Medine şehrine varıp; Hatem’ül-Enbiyâ, Server-i Asfiya Muhammed Aleyhisselam’ın huzuruna durup özlem giderme günü gelmişti.
Hasret yolunun yolcuları sıra sıra dizilen otobüslere bindiler, sevinç ile hüznü aynı anda yaşıyorlardı. Yakınlarını yolcu etmeye gelen binlerce insan sevdiklerini sanki cepheye gönderiyorlarmışcasına göz yaşlarını tutamıyorlardı. Otobüsün içindekiler de dışındakilerinde göz pınarları coşmuş, dudaklardaki dualar semaya uzanmıştı.
Otobüs şoförünün artık hareket vakti geldi dercesine korna çalması ile insanlar irkildi, daha bir hüzünlendiler. Kafiledeki araçlar kalabalığın içerisinde yavaş yavaş hareket etti. Otobüsün içerisinden heyecanla eller sallandı, dışardakiler isteksiz ve hüzünlü bir şekilde zoraki ellerini kaldırıp; bu sefer siz gidin, selam götürün Kâbe’ye ve Resullah’a, bir dahakine bende gideceğim niyeti ile el salladılar.
Bu mübarek seferin yolcuları arasında Sultan Ahmet Cami imamı bir gönül insanı Reisül Kurra Gönenli Mehmed Efendi de vardı.
Kutsal yolculuk başlamıştı, yılların özlemine son vermek için yola çıkılmıştı. Kara yolu ile gidilecek bu yol uzun ve meşakkatli idi. İstanbul’dan çıkan kafile Anadolu’nun kadim şehirlerinden geçiyor, geçtiği her şehirde büyük bir teveccüh ile karşılanıyordu.
Yol; Halilürrahman’ın yurduna, bereketli topraklara, misafirperverliğini İbrahim Aleyhisselam’dan alan cömert insanların şehri Urfa’ya varmıştı. Uğradıkları şehirlerde çok vakit geçirmek istemeyen kafile buradan da ziyaretlerini yapıp hızla geçmek istiyordu. Şehrin insanları Hac kafilesinin geldiğini duymuş, yıllardır özlemini çekip yollarını gözledikleri misafirleri sofralarına misafir etmek için adeta yarışa girmişlerdi.
Osmanlı döneminde Surre Alayları bu kadim şehirden, Urfa’dan geçerlerdi. Urfa; Mekke Medine yoluna giden Hacıların giderken ve dönerken uğradıkları bir duraktı. Bu yolculuklarda hacıların manevi halleri şehre yansır, şehrin cömert insanlarını daha bir güzel yapardı.
İkramın başkenti Urfa’ın gönlü geniş sofrası açık insanları kafiledeki hacıları evlerinde misafir etmek, ikramda bulunmak için evlerini şereflendirmelerini istiyorlardı. Yol uzun, kafile bir an önce yola çıkmak vakit kaybetmek istemiyor, halk ise misafir edebilmek için ısrar ediyordu. Öyle ki kafiledeki otobüsler hareket etmesin diye önüne yatanlar bile var idi. Uzunca bir uğraştan sonra kafile yetkilileri ikramları evlerinde değil de otobüslerde yapmaları konusunda ikna edebildiler. Bir yarış içerisinde otobüslere dağılan ikram severler bir çırpıda hazırladıkları yemekleri hacı adaylarına dağıttılar. Hacı adayları da Urfa sakinleri de memnun oldular.
Hac kafilesi Urfa’dan ayrılıp Halep ve Şam üzerinden Kudüs’e ulaştı. Mescidi Aksa’nın bulunduğu Kadim şehir Kudüs o yıllar mahzundu. 1917’de şehri terk etmek zorunda kalan Osmanlıdan sonra yüzü hiç gülmemiş, Siyonist Yahudiler tarafından halkı katledilmiş, zorla evlerinde çıkartılmıştı. Kudüs insanın kurtuluş mücadelesi hala devam ediyordu. Hüzün günlerinde Osmanlıdan sonra kimse kapılarını çalıp hâl hatırlarını sormamış, kurtuluş mücadelelerinde yalnız bırakılmışlardı.
Kafile Kadim şehre girdiğine gök gürledi, yıldırımlar çaktı. Bulutlar bardaktan boşanırcasına yağmurunu yeryüzüne bıraktı. Otobüslerin silecekleri yağmurun şiddetinde ilerleyemedi durdu. Hac adayları meraklı gözlerle bir taraftan kadim şehrin sokaklarını inceliyor bir taraftan da yağmurun yağması ile olup biteni seyrediyorlardı.
Yağmurun yağması ile sokaklardaki insanların bir duldaya, evlerine çekilmeleri gerekirken yağmur altında ellerini açıp gökyüzüne bakıyorlardı. Sokaktakiler evlerine girmediği gibi evlerdeki çoluk çocuk da çıkıp yağmura kollarını açıyorlardı. Açılan eller, yaşaran gözler ve dualar… Şükür Allah’ım şükür…
Kudüs’ün sokakları, yağmurla birlikte sanki yılların yorgunluğunu, acılarını yıkıyordu. Yağmur damlaları, her biri bir hüzün, bir özlem taşıyan topraklara düşerken, insanların yüzlerindeki ifade değişiyordu. Çaresizlik ve keder yerini, umut ve sevince bırakmıştı. Yağmur, sadece toprağı değil, gönülleri de suluyor, tazeliyordu.
Sokağın başında Türk bayrakları ile bekleyen otobüsleri gören Kudüslüler kafileye doğru yöneldiler. Hep birlikte otobüslerin etrafını kuşattılar. Hacı kafilesinin etrafı sağanak yağan yağmura rağmen bir anda insan seline dönüştü. Sevinç naraları atan halk, otobüsün camlarına vurmaya başladılar. Halk hep bir ağızdan bir şeyler söylüyor, yağmur sesi ile karışan uğultudan bir şey anlaşılmıyordu.
Gönenli Mehmed Efendi dışarda olup bitenlere biraz kulak kabartı, duyduklarına inanamadı, göğsü kabardı, gözleri yaşardı. Kafile başkanına sanki anlamamışçasına neler oluyor, bu nümayiş niye, ne istiyor bu insanlar diye sordu. Kafile başkanında gözleri yaşarmıştı. Hacı adaylarından Arapça bilmeyenler olup biteni anlamamışlardı, anlayanlar ise göz yaşlarına hâkim olamıyorlardı.
Kendini toplayan kafile reisi; Kudüs’ün sahipleri geldi, Allah Teala da yağmur indirdi, diyorlar efendim.
Son üç yıldır kadim şehir Kudüs’e bir damla yağmur düşmemiş, halk perişandı. Kudüs, bir taraftan yağmur bekliyor bir taraftan da esaretten kurtulmak istiyordu. Kudüs’ün kurtuluşu için yıllardır verdikleri mücadeleye bir omuz bekliyorlar, Allah’ın bir vesile kılmasını, Müslüman ülkelerden yardım bekliyorlardı. Bu bekleyiş içerisinde 400 yıl bu kadim şehre hizmet etmiş olan Osmanlının evlatları otobüslerle gelmiş ve o anda Mevla rahmetini gökyüzünden indirmişti. Bu yağan rahmetin sebebi olarak gelen hac kafilesini görmüşlerdi.
Yağmur rahmet demekti, yağmur Rahmanın kullarına rahmeti demekti. Yağmur taştan toprağa, insandan hayvana yeryüzünde hiç ayırım yapmadan damla damla rahmet demekti. Yağmur misali topraklarında yaşayanları hiç ayırt etmeden hepsine hizmet eden, topraklarını adalet yurdu yapan bir milletin evlatları yüzyıllarca rahmet olmuşlardı, bu kutsal topraklara gelişleri ile adaleti, kardeşliği, huzuru, güveni, rahmeti bir kez daha hatırlatmışlardı.