Bir anamı bir de yemeklerini özledim.
Demir tabldotun soğuk çehresi içimi de yemekleri de adeta soğutuyor.
Kuru pilavda olsa bir şefkat elinin değdiği tencerede pişen yemeğin kokusu da lezzeti de bir başkadır. Bu şefkat eli; her zeminde ve her şartta sizi seven annenizin eli ise bu lezzet aradan yıllar geçse de tadı damağınızda kalır, unutamazsınız.
Anamı ve yemeklerini özlediğim bir dönemde; beklediğimiz, özlediğimiz Ramazan yaklaşmış, heyecanı gönül kapımızı, yoğunluğu üniversite teşkilatımızın kapısını çalmıştı.
Ramazan ayı yaklaştığında üniversite teşkilatımızın her bir fakülte birimi iftar listeleri hazırlar, hangi eve kaç kişi iftara gideceğini belirlerdi. Bunun için şehrin sakinleri ile görüşülür, kaç kişiye iftar verebileceği sorulurdu. İftar listelerimizin kimi yirmi mi otuz kişi olurdu.
Otuz günlük iftar listesi Ramazan öncesi genelde hazır olur, hangi eve kaç kişi gideceği önceden belirlenirdi.
İftar vakti yaklaştığında vakfın önünde buluşur, Paşa Camiinin avlusunu yüzlerce genç ile doldururduk. Gurup gurup gidileceği için tüm arkadaşların gelmesi beklenir, tamam olan gurup dolmuşa ya da belediye otobüsüne binerek şehrin kenar mahallelerine doğru yola çıkardık
İftar yapacağımız eve vardığımızda akşam ezanına vakit iyice yaklaşmış olurdu.
Apartmana girdiğimizde ev sahibi bizleri kapıda karşılar, yüzündeki sevinç emareleri daha dilinden önce, hoş geldiniz der, eve buyur ederdi. Bir anda yirmi otuz tane gencin eve girmesi kapının önünde bir ayakkabı yığını oluştururdu.
Bazen bizi iftar evine götüren arkadaşımız, işte bu eve geldik diye bir gecekonduyu gösterdiğinde hayretler içinde kalırdık. Çünkü bilirdik ki ev sahibi bu daveti verebilmek için belki kendi çocuklarının rızkından kesmek zorunda kalmıştır. Ama gönülden, sadece Allah rızası için bu daveti vermiştir ve biz bu manevi havayı daha kapıdan girerken iliklerimize kadar hissederdik.
Eve girdiğimizde genelde sofra serili olur, ev sahibi ellerini yıkamak isteyen buyursun, sonra sofraya oturalım, derdi. Sıra ile ellerimizi yıkar, sofraya oturduk. Sofrada ne mi var, ne yok ki 🙂 Bereket var bereket.
Ezanın okunmasını bekliyoruz, gün boyu ders görmüşüz, üniversite gidip gelmek için ve kenar mahalleye ulaşmak için otobüs yolculuğu yapmışız, haliyle yorulmuşuz. Ezan okunsun bir su içip kendimize gelelim diyoruz.
Ezanı beklerken ev sahibi bizlerle tek tek tanışıyor, hepimizle tek tek sohbet ediyor.
Ev sahibi ya memur ya işçi ya da bir esnaf, evin haline bakılırsa çok varlıklı biri değil veya mütevazı, olması gerektiği gibi. Lakin cömert birine benziyor, zira mükellef bir sofra kurmuş, misafir gelmiş diye gözlerinin içi ışıldıyor.
Vakit tamam ezan okunuyor, şimdi iftar vakti.
Bismillah deyip hurma ile başlıyoruz, sonra bir bardak soğuk su, ardından çorba, bu çorba başka bir çorba, madımak çorbası.
Ev sahibi ayakta, orucunu açtı mı açmadı mı bilmiyorum ama otuz gence hizmet etmek için koşturuyor. Bir taraftan çorba getiriyor, bir taraftan yemekleri. Bir tabak bitiyor yenisi geliyor, gençler yedikçe yiyor. İçerde yemek fabrikası mı var, yemek bitmek bilmiyor. Otuz kişi geleceğimizi söylemiştik ama altmış kişilik yemek yiyoruz. Ev sahibi kan ter içinde, yüzündeki gülümsemeyi hiç eksiltmeden hizmete devam ediyor.
Bu sofrada bereketi canlı canlı yaşıyoruz. ‘Misafir on rızıkla gelir birini yer, dokuzunu bırakır’ ilahi düsturu adeta bu evde cereyan ediyor.
Ana hasretimiz devam ediyor lakin ana yemeklerine özlemimiz bir nebze azalıyor.
Sofradan gözümüzde, gönlümüzde, midemizde doyarak, hamdedip kalkıyoruz.